Villa Savoye-Modern Konutun Çöküşü


          Le Corbusier          

Domestik yani evcimen bir insan olarak belki de yazarken en çok zevk alacağım mesele konut mimarlığı olabilir. Peşinen söyleyeyim bu metinde evcimenliğin konforundan ziyade, ki öyle olsa yazmaktan daha fazla zevk alırdım, erken 20. Yüzyılda ortaya çıkan modern konut mimarisinin sorunsallığı üzerinde durulacaktır.

            Bugün hayatımızın bütününü kapsayan modernizmin, mimariye erişimi diğer olgulara görece, kendisi için oldukça geç sayılabilecek bir döneme, 20. Yüzyılın başlarına denk gelmektedir. Buhar makinesinin (1698) icadı ve Sanayi Devrimi (1760 – 1840) ile oluşan Avrupa’nın ilk büyük kentlerinde, 20. Yüzyıldan önce modernizm ve kentleşmeden dolayı elbette fabrika, pasaj ve otel gibi birçok yeni fonksiyonlu yapılar ve mekanlar oluşmuştur fakat mimarlığın konstrüktif modernizminden ve-veya ontolojik modernizminden bahsetmek pek mümkün değil.        

            Yapı tasarımında yenilikçi adımlar atmak sanatın diğer alanlarında olduğundan çok daha zordur. Dolayısıyla yapı tasarımının modernizm ile tanışması da diğerlerine kıyasla daha uzun sürmüştür. Bunun en temel sebeplerinden birisi öncelikle mimarinin oldukça pahalı bir sanat dalı olmasıdır. Bir diğer önemli sebep ise ortaya konan sanatsal nesnenin ısmarlama olması ve mimarın tasarlamak istediği yapı hakkında, müşterisi ile uzlaşmak zorunda kalmasıdır. Ayrıca tekniğin de yenilikçi fikirlere izin vermesi gerektiğini unutmamak gerekir. Premodern dönemde mimarlık, modern dönemlerde olduğu gibi halkın geneline hitap etmiyor, sadece yaşam alanı hakkında estetik kaygılar güden entelektüellere, maddi gücü olan ve-veya konutuyla ihtişamını göstermek zorunda hisseden üst sınıf insanlardan oluşan oldukça dar bir kitleye hitap etmekteydi. Dolayısıyla yenilikçi denemenin risklerini göze alabilecek müşteriler ile karşılaşmakta bir o kadar zordu. Bir ressam çizdiği resmi beğenmediği takdirde daha iyisini yapabilmek için eserini çöpe atabilir. Kaybı, biraz boya ve tuvalden ibarettir ve inşaat sürecine kıyasla oldukça kısa bir zaman diliminde yeniden eserini tamamlayabilir. Bu imkânın mimaride olmaması yenilikçi denemenin riskleri üzerinde mimar-müşteri uzlaşısını imkânsız kılıyordu, kaldı ki bu uzlaşı problemi 21. Yüzyılda bile hala mimarların en büyük sorunlarından birisidir.

Erken 20. Yüzyılın 1. Dünya Savaş’ı sonrası döneminde mimaride modernist kuramlar ve edimler ilk örneklerini sunmaya başladı. Bu alanda çalışmaları, kuramları ve sansasyonlarıyla adından en fazla söz ettiren ve 20. Yüzyıl mimarisinde hakkında en fazla yazı kaleme alınan mimar kuşkusuz Le Corbusier’dir.  Fransız Mimar tasarımlarının temel dayanak noktasının şaşırtıcı bakış açıları sunan Arap mimarisi olduğunu ifade etmektedir. Hareket doğrultusunda değişen perspektiflerde farklı deneyimler sunan pürist kütleler, pilotilerle yükseltilip yer bağlamından koparılmış hacimler, dik açılı beyaz duvarlar, yatay pencereler, cam cepheler ve çatı bahçeleri onun sıklıkla uğradığı duraklardır. Fakat bugün onun yapılarının ve mobilya tasarımlarının konstrüktif modernizminden ziyade kuramsal modernizminden bahsetmek istiyorum.

 

Haberleşme teknolojisinin 20. Yüzyıldaki gelişimi Le Corbusier’in içerisi ile dışarısı, mahrem alan ile kamusal alan arasındaki sınırları sorgulamasına sebep olmuştur. Onun için modern konutta sınırlar bulanıklaştırılmalı ve konut dışa dönük olmalıdır. Ev, mahremin gizlendiği mekanlar kümesinden ziyade dışarıyı gözetlemeye yarayan bir göz gibi çalışmalıdır. Konut, Fransız mimarın kuramlarında adeta gözlem kulesi gibi hareket etmektedir. Geniş açıklıklar, yatay pencereler, çatı bahçesinin yönelimi, tasarlanan mobilyalar ve konumlandırılışları...  Her şey kişinin bakışlarını dışarıya yönlendirmek amacıyla düzenlenmiştir. 

          Villa Savoye         
 

Le Corbusier döneminin endüstriyel seri üretiminden ve teknolojik gelişmelerinden oldukça etkilenmiştir. Ayrıca gelişen teknolojiye en kolay uyum sağlayan mimar olduğunu söylemek de herhalde çok iddialı olmaz. 5 yıl boyunca çıkardıkları L’Esprit nouveau dergisinde birçok endüstriyel ürünün reklamcılığını üstlenmiş ve bu kurumlarla oldukça samimi ilişkiler kurmuştur. 20. Yüzyılın makine çağında modernist mimari söylemlerini güçlendirebilmek için çağın dilini kullanmış, bu bağlamda “Ev içinde yaşanan bir makinedir.” demiştir.

 Bu doğrultuda, eğer makine modern ise makineleşmiş ev de modern olmalıdır diye düşünmüş ve mimari epistemolojisini bu analoji üzerinden inşa etmiştir. Öyleyse konutlar da makineler kadar rasyonelleşmelidir, idealize edilmelidir, yer, coğrafya ve kültürel bağlamlarından koparılmalı böylece bir yere değil her yere ait olmalıdır. Evet, onun modernitesi işte tam olarak budur, her yere ait olabilmek. Le Corbusier bunu şu cümleler ile ifade etmektedir:

“Ben bütün ülkeler ve iklimler için tek bir bina öneriyorum. Tarihsel ve bölgesel referanslardan yoksun, evrensel bir mantık.

Onun yer bağlamından koparılmış mimarlık hayali sadece söylem olarak kalmamış, aynı zamanda harekete de geçmiştir. Yeri tam olarak belirlenmemekle beraber Cenevre Gölü’nün kıyısında bir yere inşa edilmek üzere küçük bir villa projesi çizer. Daha sonra çizdiği projeye uygun bir arazi arayışına çıkar. Le Corbusier bu olayı şöyle anlatıyor:

1922’de Paris-Milano Ekspresi ile Şark Ekspresine (Paris-Ankara) birkaç kez bindim. Cebimde bir ev planı vardı. Arazisi belli olmayan bir plan mı? Bir toprak parçası arayan bir ev planı mı? Evet!

Onun modernist fikirleri sadece villa tasarımına özgü değildi aynı zamanda modern şehir planları da ortaya koymuştur. 1920’lerde tasarladığı ve içinde oldukça fazla yeşil alan barındıran gökdelenler şehri “Işıyanşehir” projesi, dönemin kent plancıları tarafından ilgiyle karşılanmıştır. Le Corbusier Işıyanşehir Projesi’ni şu cümlelerle betimlemektedir:

Şehre Büyük Park’tan geçerek girdiğimizi varsayalım. Hızlı arabalarımız, haşmetli gökdelenlerin arasından geçiyor, özel yükseltilmiş araç yoluna giriyor. Yakınana geldiğimizde 24 gökdelenin artarda göğe uzanmakta olduğunu görüyoruz; solumuzda ve sağımızda meskun alanın hemen dışında belediye ve hükümet binaları bulunuyor. Ortalara geldiğimizde ise müzeler ve üniversite binalarıyla karşılaşıyoruz. Şehrin tamamı bir Park’tan oluşuyor.

İlerleyen yıllarda Amerikalı yazar Jane Jacobs onun Işıyanşehir’ini “Anti-şehir planlamalarını, barbarlığın zirvelerine taşıyan en çarpıcı fikir” olarak değerlendirmiştir. Le Corbusier’in bütün bağlamlarından koparılmış mimarlık fikri aslında şahsiyetsizleştirme fikridir. Yani Yerleri, Hiçbiryer’e dönüştürme arzusu gütmektedir. Bu da dünyanın homojenleşmesi dolayısıyla şehirlerin ve-veya yapıların kimliklerinin ölümü anlamına gelmektedir. 

 1919-1927 yılları arasında Viyana’da gerçekleştirilen Gemeinde-Wien Tip (Viyana Belediye Tipi) ve 1925-1930 yılları arasında Frankfurt’ta gerçekleştirilen Existenzminimum (En azda varoluş) projelerinde işçi sınıfının yaşam standartlarının belirlenmesi ve buna uygun tipolojilerin üretilmesi amaçlanmıştır. Elbette modernizmini, rasyonelleşme ve idealize etmek üzerinde şekillendiren Le Corbusier bu projelerde etkin görev almıştır. Ayrıca daha sonra Amerikan banliyölerinin büyük bir kesimini oluşturacak olan prefabrik evlerin yaygınlaşmasında da söylemleriyle oldukça etkili olmuştur. L’Esprit nouveau ‘da reklam kampanyasını yürüttüğü Voisin evleri için şu cümleleri kurar:

Evler tıpa tıp aynı olmalı, fabrikada makinelerle yapılmalı, Ford arabaları gibi hareketli montaj hattı üzerinde birleştirilmeli. Havacılık seri üretimi harikaları yaratıyor. Uçak fabrikalarında, asker-mimarlar ev inşa etmeye karar verdiler; evi bir uçak gibi yani aynı yapısal yöntemlerle hafif iskelet, metal gerdiler, boru tipi desteklerle inşa etmeye karar verdiler.

 

Amerikalı iktisatçı ve mühendis Frederick Winslow Taylor 1911 yılında yayımladığı "Bilimsel Yönetimin İlkeleri" adlı metinde fabrikada verimliliği arttırabilmek için bir dizi öneri sunuyordu. Taylor planlama ve uygulama süreçlerini birbirinden ayırarak yapılacak her işin önceden en ince ayrıntısına kadar planlanıp yazılı bir şekilde işçiye verilmesini öneriyordu. Böylece iş, yöntem ve süre işçiye keskin bir şekilde sunuluyor planlamanın kolaylığıyla birlikte verimlilik arttırılıyordu. Taylorcu planlamada bir işçiden gün içinde alınan verimin nasıl had safhaya çıkarılabileceği araştırılıyor ve insan bedeni mekanikleştiriliyordu.

            Aynı yıllarda yaşayan Le Corbusier’in mimarlığı da Taylorcu nitelikler taşımaktadır. Le Corbusier yapılarında ve mobilya tasarımlarımda mukimlerine adeta Taylor’un fabrika işçisine baktığı pencereden bakmıştır. Evi, için de yaşanan bir makine olarak betimleyen mimarın, mukimlerine/ev sahiplerine bu perspektiften bakması çok da şaşırtıcı olmasa gerek.   Le Corbusier evin kıyıda köşede kalan tinsel alanlarını yok etmiş ve mekandaki her türlü edimi ve hissi tasarlayarak mukime özgür hareket alanı bırakmamıştır. Nerede oturulacak, nerede uyunacak, mobilyalar nasıl konumlandırılacak, bakışlar nasıl yönlendirilecek, mutfakta nasıl hareket edilecek…  Yani bir konutta yapılabilecek her şey mimar tarafından önceden belirlenip mukimler tarafından sahnelenmektedir. Le Corbusier belki de yapmaması gerekeni yapıyor, yaşam mimarlığına soyunuyordu.


20. Yüzyıl ve özellikle 21. Yüzyıl hızın ve hazzın çağı olduğu kadar zihinlerimizde yaratılan bir özgürlük fantazmagorisinden, yanılgısından ibarettir. Günün yarısından fazlasını kamusal alanda geçiren insanların özgürlüklerinden veya saf karakterlerinden bahsetmek ne kadar mümkün bilemiyorum. Şehrin ve şehir hayatının, kapitalizmin, konvansiyonel kültürün ve teknolojik izlenebilirliğin dayatmaları altında her ne kadar özgürlükten ve salt kişilikten bahsedilebilirse o kadar özgürüz, o kadar gerçeğiz işte. Robert Musil’in romanı Niteliksiz Adam’ın başkahramanı Ulrich’e göre, “şehirde yaşayan bir insanın en az 9 karakteri vardır: mesleki, ulusal, kentsel, sınıfsal, coğrafi, cinsel, bilinçli, bilinçsiz ve hatta bir de özel karakter.” Böylece, kısmı ve-veya bütüncül gizliğe ihtiyaç duyan 9 karakter aynı zamanda en az 9 maske gerektirir. 

Jane Jacobs’a göre büyük şehirlerde kişinin mahremiyetini gizleyebilme gücü, banliyölerden çok daha fazladır. Mahremini gizleme veya bilinmeme arzusu elbette bireysel bir talep olabileceği gibi konvansiyonel kültürün veya kamusal yaşamın dayatmalarından da kaynaklanabilir. Dayatmalar altındaki birey, kamusal alanda özünü saklayabilmek için farklı farklı maskelere ihtiyaç duyar. Fakat her gizem gibi kişinin özü de açığa çıkma dürtüsü güder. Konut, kişinin maskelerini bir sonraki güne kadar, girişteki portmantoya astığı ve kendisi olduğu, özünü serbest bıraktığı yegâne mekandır. Le Corbusier’in rasyonalist, Taylorcu hatta diktacı tasarım yaklaşımı, bireyi özel alanında yeni dayatmalar silsilesi ile karşı karşıya bırakıyor, bireye yeni bir maske sunuyordu. Özne-nesne ilişkisini tersine çevirip nesnenin gücünü özneden üstün kurguluyor ve kişi üzerinde yeni bir mimari tahakküm inşa ediyordu. Fakat bu tahakküm modernizmin kökeni ile çelişmektedir. Çünkü modernizm yeni “yeniliğin” arzusu kadar bireyci ve özgürlükçüdür. Burada bazı sorular sormak gerektiğine inanıyorum. Yeni olan her şey modern midir? Modern olan her şey iyi midir? Le Corbusier’in modernizmi gerçek bir modernizm midir?

Le Corbusier, müşterilerinin tasarladığı evi garipsediğini ve evdeymiş gibi hissetmediklerini defalarca kez söylerken bununla gurur duyduğunu da ifade etmektedir. Ayrıca müşterilerinden bahsederken mukimden ziyade “misafir” kelimelisini kullanması da oldukça dikkat çekicidir. Çünkü konutu, mimari çevre olarak değerlendirmekten ziyade mimari nesne olarak değerlendirmekte ve nesneyi kutsallaştırmaktır. Buradan bir kez daha anlıyoruz ki onun için aslolan nesnedir (yapı), özne (mukim) değil. 

          Villa Savoye İç Mekan         
 

Walter Benjamin der ki, “Yaşamak iz bırakmak demektir… İkamet edenin izleri de mekâna nakşolur.” Hakikaten hayat iz bırakmaktan öte bir şey değildir. Bugün hayvanlar aleminde bile canlıların kendi yaşam alanlarına izler bırakarak görünmez sınırlar, mekanlar yarattığını ve bu mekanlar üzerinde toplumsal uzlaşıya sahip olduklarını, birbirlerinin sınırlarını ihlal etmediklerini gözlemleyebiliyoruz. Le Corbusier’in modernist savları kişiyi, en temel hakkından, yaşam alanına iz bırakma hakkından alıkoymaktadır. “Ev içinde yaşanan bir makinedir.” diyen Le Corbusier’in konut tasarımları bu savını oldukça yansıtmaktadır. Onun evleri fabrikalar kadar monoton, durağan ve rasyoneldir. Onun konutlarının mukimleri ya da onun tabiriyle misafirleri, bir fabrikada misafir olan işçiler kadar soğuktur. Bu yüzden Fransız Mimar dönemin, sürrealist sanatçılarının oldukça sert eleştirileriyle karşı karşıya kalmışlıktır.


2016 yılında UNESCO tarafından Dünya Miras Listesi’ne alınan ve modern mimarlığın kanonlarından olan Villa Savoye’nin hazin hikayesi bu yazıyı kaleme almama sebep oldu.  Villa Savoye her mimarlık öğrencisinin öğrendiği ilk kanon yapıdır genellikle. Okul eğitiminde defalarca kez ismini duyarsınız, teknik resim dersinde görünüşlerini çizersiniz, tasarım hocalarınız modern mimarlığın atası olan bu evin konstrüktif devrimlerini anlatıp dururlar, sanat tarihi derslerinin vazgeçilmez konusudur fakat nesneyi kutsallaştıran kimseler bu yapının hazin yolculuğunu asla anlatmazlar size. İnşa edildiği çağda devrimler yaratan yapının ömrü boyunca yaşadığı yalnızlıktan da bahsetmez kimse.

1929 da inşaatına başlanan yapı 1931 de ancak kullanıma hazır hale gelmiştir fakat 1938’den sonra nerdeyse hiç kullanılmamıştır. 1940 yılında, II. Dünya savaşı sırasında ise sahipleri tarafından tümüyle terk edilip kendi haline bırakılmıştır. Mimar ve yazar Peter Blake savaş sonrası yıllarda Savoye’yi görmeye gittiğinde bir hüsran ile karşılaşır. Savoye yıkılmak üzereymiş gibi gözüken bir harabeye dönüşmüştür. Boyası ve sıvası dökülmüş, peçeleri tahta parçalarıyla kapatılmış, tırabzanları paslanmış, terasını yabani otlar kaplanmış, bahçesinde sebze yetiştirilen bir harabe. Salonunda saman balyaları ve hasta bir atın yaşadığı, garajı hurdalık olarak kullanılan bir harabe. 

1959’da Nikolaus Pevsner, Architectural Review dergisinde yazdığı makalede harabeliğin Villa Savoye’ye hiç yakışmadığından bahseder fakat bu hayıflanma yapının restorasyonuna yetmez. 1965 yılında ise bu sefer Bernard Tschumi Savoye’yi ziyarete gider. Karşılaştığı idrar kokusu, dışkı kalıntıları ve açık saçık grafitilerin kendisine ölümü çağrıştırdığını ifade eder ve yayınladı mimari manifestoda Villa Savoye’ye ayırdığı bölümde, duygusallığın eninde sonunda yapıların en rasyonelini bile alt ettiğini söyler. Nur Altınyıldız’a göre Villa Savoye efsanesini yaratan salt yapısal özellikler değil aynı zamanda yaşadığı bu serüvendir. Villa Savoye harabeye dönüşmese belki de hiçbir zaman bir efsaneye dönüşemeyecekti çünkü bu duygusuz yaşam makinesinin ihtiyaç duyduğu tinsellik ancak bu kadar hazin bir hayat hikayesi ile oluşabilirdi.  

Bu terk edilme meselesinin ağırlığının tam olarak anlaşılması gerektiği kanaatindeyim. Modern mimarlığın 4 fikir babasından biri olan ve mimarlığıyla, kuramlarıyla tüm dünyada isminden söz ettiren Le Corbusier’in çizdiği bir yapıyı insan neden kendi kaderine terk eder ki? Döneminde yaptığı devrimlerle kanonlaşacak, hatta ilerleyen yıllarda UNESCO tarafından Dünya Mirası ilan edilecek kadar eşsiz bir yapıdan bahsediyorum. İnsan sahip olduğu bu hazineyi neden kendi kaderine terk eder ki? Bu hikâyenin arkasında sadece savaş olduğuna pek inanmıyorum. Çünkü sahipleri savaştan önce zaten konutu kullanmayı bırakmışlardı ve savaş sonrasında da konutlarına dönmedikleri veya sahip çıkmadıkları malum. 

          Villa Savoye  Harebe olduğu zamanlar       


Konutun mukimleri tarafından sahiplenilmemesinin en temel sebebi bence konutu kendilerine ait hissetmemeleridir. Onun rasyonalist, Taylorcu, makineleşmiş konut kuramlarına dayanan bu modern yapı belki de sahiplerinde hiçbir zaman bir “yuva” hissi uyandıramamıştır. Belki de Le Corbusier Villa Savoye’de amaçladığı her şeyi başarmıştır fakat bu başarı Savoye’yi sonsuz bir yalnızlığa ve makineler kadar duygusuz bir buhrana sürüklemiştir. Bu bağlamda Le Corbusier’in modern konut kuramı da Villa Savoye ile birlikte ölmüştür. Daha sonra, ilerleyen yıllarda kamulaştırılan bina günümüzde müze olarak sergilenmektedir.  

Bu metinde sorunsallaştırmaya çalıştığım şey modern konut kuramlarından ibarettir. Le Corbusier’in mimarlığını ve mimarlık tarihine kattıklarını sorunsallaştırmak veya onu beğenmemek pek haddime değil. Bilim ve sanatı tarih bağlamından koparmak imkansızdır. Gelinen bugün, geçmiş ile deterministtik bir ilişki içindedir. Bu noktada Le Corbusier’e ve modernleşme mücadelesine bir kez daha teşekkür etmek istiyorum çünkü onun savları, edimleri ve mimari modernizm çabası olmasaydı mimarlık bugün olduğu konumda asla olamazdı.

 


KAYNAKÇA:

Beatriz Colomina, Mahremiyet ve Kamusallık, Metis Yayınları, İstanbul, Mayıs 2020

                Nur Altınyıldız Artun-/Roysi Ojalvo, Arzu Mimarlığı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2018

Jane Jacobs, Büyük Amerikan Şehirlerinin Ölümü ve Yaşamı, Metis Yayınları, İstanbul, Aralık 2017

Uğur Tanyeli, Yaparak Yıkmak, Metis Yayınları, İstanbul, Mayıs 2020 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ata'ya Mektup

Mimar Le Corbusier ve İnternet Mefhumu

Piyano